Kukla sanatı dünden bugüne birçok biçimde yorumlandı. Ama önce dünü ve bugünü anlamak gerek. İnsan kendiyle zaman geçirirken, bir bakıma izafiyetin içine düşüyor. İpin ipek kozasından gelmesi, tahtanın bir tohumdan çıkması, kanın gözyaşına karışması… Tüm bu döngüde asıl soru şudur: insan mı zamanla kuklalaşır, yoksa kukla mı zamanla insansı bir hâle bürünür?
Kendi içine baktığında fark edersin; dünkü sen ile bugünkü sen arasında bir mesafe vardır. Bunu dışarıdan kimse görmez. Başkalarının gözünde sen sadece parmağı kanayan bir tahta kuklasın belki. Oysa bilmezler ki toprağın altında filizlenen tohum kanla büyür; gözyaşı, gecelerin sessiz çığlıklarından birikir.
Perde açılır, ışık yanar, ustası sahnededir, kukla ise perde arkasında. Burada bir terslik olduğu sanılır. Ama belki de terslik, seyircinin yanlış yerde oturmasındadır. Koltuklarda ıssız bir meltem eserken, kuliste bir rabarba kalabalığı vardır. Suflör susar, kameraman görmez. İletişim kopukluğunun sorumlusu egoist bir yönetmen midir, yoksa aç, uykusuz, parmağından kan damlatarak işini yapan kukla sanatçısı mı?
Peki ya yönetmenin de bir zamanlar kukla ustası olduğunu söylesem? Belki de bugün koltukta oturan “yönetmen” kırık bir kukladır. Bütün kaosa rağmen reji odasından gelen çocuk kahkahaları kulaklara çalınır. Onların masumiyeti gözden ve gönülden uzaktır ama yine de hissedilir. Bu, ulaşılmaz olanın en yakınımızda olduğunun kanıtı değil mi?
Tahta kuklaların içinde gizli tahta kuruları, cam gibi keskin ipler… Belki de bir böceğin o ip üzerinde özgürce dans edişi, en saf sahne sanatıdır. Görmeden görsel sanat yapmak, sevmeden sevgi üzerine destan yazmaya benzer. Kör bir emekli ustanın geçmişten kalma kasetleri saklaması da aynı şeydir: görmediğini göstermek.
Kuklanın ipiyle tahtası arasında kim kimi tutar? İpler mi tahtaları bir arada tutuyor, yoksa tahtalar mı ipleri yönlendiriyor? Reji odasındaki çocukların kahkahalarını kulis arkasındaki yaşlılar duyabiliyor mu gerçekten?
Bir sahnedeki tek bir toz zerresi, tek bir alkışla dünyanın diğer ucuna uçabilir. Buna kelebek etkisi deriz. Ama kelebeğin bile olmadığı bir dünyada, olmayan bir kelebeğin hesabını tutmak… işte bu insanlığın en büyük yanılsamalarından biri.
Her gün aynı sanatı icra eden sanatkârların ellerinde, aynı kuklalarla farklı hikâyeler oynanır. Bir gün neşe, bir gün hüzün. Ama hep aynı tahta kuruları tahtayı kemirmeye devam eder. Bir marangozla bir ağaçkakana aynı anda sevgi besleyen ipek böceğinin sonunda ipliğe dönüşmesi ise, belki de bütün bu döngünün en acı ironisidir.
Kukla sanatı, aslında hayatın ta kendisidir. İpin gerginliği, tahtanın kırılganlığı, ustanın parmağındaki kan, seyircinin duyduğu kahkaha… Hepsi aynı oyunun farklı yüzleri. Ve insan, belki de ömrü boyunca hem kukla hem usta, hem seyirci hem yönetmen
olmaya mahkûmdur.
